Geçtiğimiz hafta Denizli’de karikatürist Mehmet Selçuk’un 30. Sanat yılı etkinliklerine katıldım ve bir yüzleşme yaşadım. Bir kent; vali/edebiyatçı, belediye başkanı/şair, ressam/işadamı, akademisyen/öykücü, müzisyen/meslek odası ile birlikte nasıl yönetir? onu gördüm. Denizli’de ben Deniz’i gördüm ve o denizde adeta kayboldum. Dönüş yolunda da kendimle ilgili radikal kararlar aldım. Yakındır sizinle paylaşacağım.
Neye niyet neye kısmet
Kent Yazıları; bu kentin kültürünü, sanatını, mimarisini, arkeoloji sini yazmak adına yola çıkışın adıdır. Kentin kültürünü oluşturan tüm öğelerini, sanatçılarını, mimar ve arkeologlarını yazarak başladığım bu yolculuk kötü bir sona doğru yelken açtı. Oysa kent Yazıları ile bir rönesans kapısı amaçlamıştım. Kültürü, sanatı, şiiri, edebiyatı, müziği, mimariyi, korumacılığı velhasıl kenti kent yapan özgün değerlerden bir kent modeli, markası yaratmanın peşine düşmüş ve aslında iyi de yapmıştım.
Rönesans mı o ne ?
Pythagoras, Sokrat, Platon, Aristo’nun taşıyıp, işlediği ve geliştirdiği temel kaynak olan ve tüm hücrelerimize yerleşen sanat…
Sanat tarihçisi, Ernest H. Gombrich, Giorgio Vasari’nin başlattığı Yeniden Doğuş yani Rönesans ile ilgili olarak bir tanımlama yapmış ve şöyle demişti.
“Yerkürenin her yerinde bir sanat biçimi mutlaka vardır, ama sürekli bir çaba olarak sanat tarihi, mağaralarda, yerliler arasında başlamıştır. Bu çok geçmiş zamanları günümüze bağlayacak bir gelenek yok. Oysa zamanımızın sanatını, günümüzün herhangi bir evini veya reklam afişini, yaklaşık beş bin yıl önce Nil vadisinde yeşeren sanata bağlayan, ustadan çırağa, ondan da sanatsevere veya kopyacıya aktaran doğrudan bir gelenek var”.
Siyasetin bataklığı
Bu amaçla yola çıkmış bir köşe yazarı olarak aradan geçen bunca zamandan sonra kendimi siyasetin bataklığında debelenir bir halde buldum.
Erken pes etmek
Kültür ve sanatla kentte kalıcı bir değişim yaşatamamıştık. Çünkü bu yolla değişim için uzun zamana ihtiyaç vardı ve ben Nejat Altınsoy bu projede erken pes etmiştim. Biliyordum; kendiliğinden bir değişim olmuyordu. Aktör gerekliydi. Bu yüzden siyasi zeminin bir erk, bir egemen güç olarak düşlenen kentsel dönüşümü sağlayabileceğine inanmıştım. Siyaset bunu daha hızlı bir şekilde yapabilirdi. Çünkü siyaset günlük kurgulanan bir saat gibiydi. Sorunu da çözümü de günlüktü, hamleler çok kısa sürede toplumun algısını değiştirebiliyordu. Ancak ben yanılmışım. Ne yazık ki bir kez daha ne siyasetin nede siyasetçilerin peşinde koştuğu toplumsal bir değişime tanık olamadım. Ben yanıldım. Siyaset; ekonomik, kültürel yapı içerisinde kalite barındıran, seçkin, ruhu doyurucu ve insanı kapsayıcı değildi. Adeta seviyesizlik ve sığlık abidesiydi. Siyaset bu kentte suya sabuna dokunmayan muhafazakar bir kültürün sahibiydi ve bu kent için kentli için düşünülen, üretilen her şey bu kültürün içinde değerlendiriliyordu. Oysa bizim derdimiz başka, siyasetin derdi başkaydı. Siyaset; toplumsal değişimi yaratabilecek yapılanmadan yoksun, siyasetçi ise bu olgunun çok uzağında, siyasi rantının peşindeydi ve bu rantın keyfini çıkarıyordu.
Siyaset mi sanat mı ?
Beni anlayın! “Bizi kandırıyorlar” diyen bir şairle “Bizi kandırıyorlar” diyen bir siyasetçi arasında çok fark var. Şairin söylediği bir kitaba basılıp sanat olurken siyasetçinin söylediği bir boka yaramıyor! Oysa biz bir boka yaramanın peşindeyiz. İnsanımız ve kentimiz için bir boka yaramak!
“Bizi kandırıyorlar diyen bir şaire, siyasetçinin “Ne! kim kandırıyor sizi” demesinden, iki yüzlülükten artık bıktım…