Kent Yazılarında kent demokrasisinin oluşturulmasına katkı olabilecek çalışmalara dikkat çekmek istedik. Kent demokrasisi yeniden tasarlanmalıydı. “Kentte yaşantının içine inen bir karar alma sürecini ve yeni bir demokrasi geliştirme yöntemini arayıp bulmayılız, bulamazsak ta onu yaratmalıyız” diye düşünmüştük. Pratik denemelerimizin temeli buna dayanıyordu. Kentin demokrasisinin yenilenmesi için katılımcılığını oluşturmak, buna dikkat çekmek istemiştik. Kentin her tarafını ve herkesi “mesut ve bahtiyar” bir anlayışın kapladığını bilmiyorduk. Can çekişen demokrasiyi hayata döndürmek çabalarımızı anlatamadık, toplumsal bir algı oluşturamadık. Bu süreçte kentin demokrasisini kuranlar, değiştirenler, yok edenler “kentten ne anlıyor, demokrasiye nasıl bakıyor” bir türlü çözemedik. Kentlinin ve yerel yönetimlerin gönlünde nasıl bir kent yatıyor ? onu hiç bilemedik. Bir spor salonuna, caddeye, sokağa iş merkezine birilerinin ismini vermeyi demokrasiden sayabilirmiydik ? Kendimize ulaşan hiçbir şeyi sevmeden, anlamaya ve zenginleştirmeye çalışmadan nasıl yeni bir kültür ve demokrasi yaratabiliriz ? diye söylendik, hayıflandık.
Bizi duyan olmadı. Bu süreçte yalnız ve sahipsiz bırakıldık. Bu kent arkamızdan gelmeyecekti biliyorduk, yine de şansımızı denedik, toplumun tüm unsurları ile çeliştik. Muğla’yı sevmekle yeterli bir demokrasiye sahip olunacağına inananlar bizi alt ettiler.
Biz bu işi beceremedik. Yalnız ve sahipsiz kaldık.
Burası “Tanrının Kapısı Babil” değildi ! İndus vadisindeki ortaya çıkan toplumsal farklılıklar ve değişiklikler kentsel devrim sayılsın…
Çiftçilikten gelen küçük topluluklarından meslek grubu ve sınıfları yaratan kent sadece kalabalığını arttırabilmiş. Kent; besin üretimi işinden toplumsal iş bölümüne geçerek cami, medrese, mezarlık ve fırın yapmış ve yetinmeyi yeğlemiş. Sonra camiye, medreseye hocayı, mezarlığa bekçiyi zor bulmuş.
Bu türde son yazı olduğu için yazıyorum. Kentin toplumsal iş bölümü çok geç oluştu. Sorun burada. Geç oluşan toplumsal iş bölümü kentin demokrasisinin gecikmesine de neden oldu. Toplumsal İş Bölümü de bizler kadar suçlu. Kent bu iş bölümünü yansıtır biçimde şekillenemedi. Bir önceki kültürden farklı bir politik, ekonomik evrimi geçiremedi. Bizde kenti karakterize eden çizgilerin her şeyden önce politik kaygılardan kaynaklandığını kimseye anlatamadık. Kent politikalarının insanların yalnızca var oluşunu sürdürmesini değil, insan özüne uyan bir biçimde “iyi yaşaması” amacını da taşıdığını söyleyen Aristo’yu da bizi de takan olmadı. Her şeyi tartışılır duruma getiremedik, diyalog üzerine bir kent ve yaşam inşa edemedik. Köyün delileri söylencesinden ütopist-kentçiler tanımı ile anılır olduk. Bizim düşündüğümüz gibi bir kent yoktu ve biz hayal kuruyorduk. Aritmetik Eşitliği yaratmak imkansızdı. İnsan “başkaları arasında ne şef ne de köle olmadan yaşansın” istedik. Kentin demokrasi ve adalet konularında daha gidilecek çok yolu vardı ancak bu yolda biz yalnız bırakıldık ve artık yorulduk. Bu yalnızlığın bizi arenaların seyirlik ve günübirlik kahramanlarına dönüştürmesine izin veremeyiz. Fazla uzatmayacağım. Platon’un bir sözü ile sonlayalım.
“Bir şehri ve insanlarının karakterlerini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini tertemiz yapacaklar ! hiç de kolay bir iş değildi bu. Fakat biliyorsun, bunu bütün ötekilerden ayıracak nokta da tam burası. Temiz bir tuval verilmedikçe ya da kendileri temizlemedikçe, bizimkiler bir şehrin ya da bir bireyin üstünde çalışmaya başlamayacaklar. Mükemmel bir şehir mümkündür, fakat bunu sağlayacak olan halk değil, aklın doğru sesini işiten filozoftur”.